Ot Dergisi 2014 Temmuz sayısında yayımlanmış yazının uzun versiyonudur.
Eskilerden bir film vardı, ‘Interview with the vampire’, yani ‘Vampirle röportaj ’. Anne Rice’ın romanından uyarlanıp, Brad Pitt, Tom Cruise, Antonio Banderas gibi dünyanın en yakışıklı erkeklerini bir araya getiren tadından yenmeyecek bir filmdi kendisi. Filmin adı Türkçe’ye ‘Vampirle Görüşme’ diye yanlış çevrilmişti. Bazen daha çok gişe getirisi olsun diye ‘seksi bir isim bulalım, vampirle röportaj ne lan?’ diye kasıyorlar, ondan olsa gerek.
Neyse İngilizce olan adı üstünde bir vampir, bir gazeteciye dönüştüğü ‘şey’in hikayesini anlatıyor, ölüşünü, yaşadığı bir nevi biseksüel ilişkiyi, babalık rolünü, acıya aşık oluşunu, iyi kalpli bir vampir olmanın bünyeye zararlarını... Bizim gazeteci kariyerinin en büyük işini yapmış olmanın verdiği gazla, basıyor üstü açık arabasının gazına. Ama bir de ne görsün, iyi kalpli vampirin anlata anlata bitiremediği kötü vampir çıkmasın mı karşısına! ‘Sana, bana hiçbir zaman verilmeyen o seçme şansını vereceğim’ diyor kötü kalpli vampir, yani eğer isterse o da vampire dönüşebilecek. Ve film bitiyor.
Vampirlerin tipik özellikleri vardır, mesela karşıdakini hipnotize ederek avını daha kolay avlar. Gözlerinin içine bir kere bakarsın, bir de bakmışsın dişler boyna geçmiş. Gerçek hayatta da aynı şekilde işliyor düzen, bir adamın içine girmesi sorun değil, kalbinin içine girme evresi benzer şekilde işliyor. Hoşlandığın adamla ilk görüşmeniz. Tokyo’ya gitmek istediğini söylüyorsun, gözlerinin içine bakarak ‘Birlikte gidelim diyor.‘ Ok kalbe saplandı. Etki bütün vücuduna yayılıyor, melatonin, serotonin, endorfin ne varsa damardan alıyorsun. Bir şelaleden atlıyorsun. Tiyatrodaki güven oyunu gibi. Altta tutacak biri var, korkusuzca bırakıveriyorsun kendini, soğuk soğuk sular yüzüne çarpıyor, gökyüzü masmavi, bir kaç tane pamuk gibi bulut, tam o anda bir kuş sürüsü geçiyor hatta. Zaman yavaşlıyor, zaman slowmotion. Düşme anı uzadıkça uzuyor. ‘Allahım bu ne mutluluk diyorsun, öleceksem gözlerim açık gitmeyecek. ‘ Sonra sana yemek sözü veriyor, güzel bir restorantta romantik yemek yiyeceksiniz, annesiyle tanıştıracak seni, işle alakalı bile olsa ne büyük bir lütuf anneyle tanışmak, evet tek yön biletin kesildi, gidişi var dönüş meçhul, aşık oldun.
‘Al canım buradan yak’ diyor, zırhının yani boğazlı kazağının yakasını indiriveriyorsun aşağıya. Gerçekten kanını içeceğini bilsen bile, o dişlerini boynuna geçirirken, sonunun evlilikle biteceğini sandığın bir porno izlermişçesine naifsin. Uzun dişlerin görüntüsü ve ısırılma anında çıkan ses, acısının ne kadar şiddetli olacağının garantisini veriyor. Birden çok kere içecek kanını, hemen ölmene müsaade etmiyor elbette. Güzel beslenmen lazım, B vitaminini, pekmezini ihmal etmiyor, her seferinde daha da güzelleşiyorsun. Rönesans öncesi saray kadınları gibi semirmiş bir şekilde karşılıyorsun vampirini. Ancak oldukça akıllı da, her buluşmanızda, ağzına bir parmak bal çalıyor ki kaynak kurumasın pardon küsüp gitmesin. ‘Tatlım’, ‘bebeğim’ diyor, ‘aşkımıza’ diye kadeh kaldırıyor. Kanıyorsun, ama üç anlamda da kanıyorsun. Boynun kanıyor, için daha kötü kanıyor. Onu görmek için her türlü önemli iş görüşmeni iptal ediyor, gelmesini bekliyorsun camı açık bırakıp, gözün pencerede ama gelmiyor. Sonra gelmeyeceğini kabullenmiş, tatlı ve bir o kadar huzurlu bir uykuya dalmışken, uyandırıyor seni, (Vampirlerin bir ‘güzel’ özellikleri de hiç beklemediğin anda birden camda belirmeleri)
bu sefer elinde çirkin plastik bir şişeden su fışkırtıyor yüzüne uyanasın diye. Nerede o şelalenin serinletici suyu, nerede beklemiş plastik şişe suyu, düştüğün hale bak! Çokça uykusuz geceler geçiriyorsun, e malum, geceleri yaşıyor bizimkisi, adaptasyon süreci zor geçiyor. Göz altların mosmor, bembeyaz suratınla gündüzleri sosyal ilişkilerini, işini devam ettirmeye, hayata tutunmaya çalışıyorsun. Doğru dürüst nefes alamıyorsun, düzenli kan bağışı nedeniyle kalp atışların yavaşlamış, sadece onun geleceği saatlerde kan pompalamak zorunda olduğu için eski rutinine kavuşuyor. Devamlı twitter profilinde gözün, Facebook’tan eklemeye cüret bile edilememiş, vampirin şatosu mu? Haha sen kimsin ki? Bir nevi geyşasısın. Kimseye bakamıyorsun, yediğin yemek tatsız, gezdiğin yerler manasız. Disneyland’e gitsen, ki gerçekten gidiyorsun, dünyanın en eğlenceli yerindesin ama aklın onda, ne yapıyor acaba bensiz diyorsun, aşkının beslenme ihtiyacının bilincindesin. ‘Aman birilerini içmeye devam et ben uzaktayken’, ‘aldatmış’ olmazsın beni diyorsun. Tatlı tatlı ‘Yok merak etme başkasını emmeyeceğim senin yokluğunda’ diyor, kanıyorsun.
Fakat işler gittikçe kötüye gidiyor, bir nevi onun sana bağımlı olması gerekirken, malum kanını içiyor, ne büyük ironi ki sen onun seni içmesine bağımlı olmuşsun, gel diyorsun, ne olursan ol gel. Seni eroine bağımlı kılan uyuşturucu satıcısı gibi biliyor yoksunluk halinde olduğunu, nasıl bir zevk alıyor, anlatamaz.
Ve son darbe...Artık kanının azaldığının farkında. Son kez görecek seni bu gece. Eroinmanların ‘Altın Vuruş’ dedikleri ölümüne aldıkları o dozdan yapacak sana. Öncekiler gibi zarifçe ısırmıyor artık, sertçe giriyor içine. O gözünü başka bir yere dikmiş seni içerken, acıyla zevk arası garip bir noktadasın. Dakikalarca belki saatlerce içiyor seni. Yavaşça yere bırakıyor ardından, elinin tersiyle ağzını siliyor. Yerde yatıyor, gözlerini arıyorsun, seni hipnotize eden o gözleri, maalesef hiçbir şekilde buluşmuyor gözleriniz. Çok kan kaybettin, gözlerin netliğini kaybediyor, tansiyonun düşmüş, kalbinden ağrılı bir bas sesi duyabiliyorsun, ritmi hepten yerlerde. Elini uzatıyorsun ‘kurtarsın seni’ diye. Naifliğe devam. Pelerinini, üstünü başını düzeltiyor, ‘çok güzel vakit geçirdim, ama kendine dikkat et çok solgun gözüküyorsun’ diye bir de şaka yapıyor giderayak ve kayboluyor. En kötüsü kalbinin durmadan önce kırılmış olması, son kez bir öpseydi alnından ‘Hoşçakal yavrum, özür dilerim seni incitmek istememiştim ama malum doğamız bu’ deseydi bari. Gözlerinden damlalar dökülüyor. 

Dışarıda Brad Pitt görünüşünde birbirinden iyi vampirler var. ‘Allah iyi kalpli vampire düşürsün’ diyeceğim ama biraz da kendin seçiyorsun sanki kötü kalpli vampiri. İyi vampir, sizi ısırmamak için, pis lağım farelerini dişlesin dursun, yanından geçerken ‘ay leş gibi kokuyorsun’ dersiniz. Zavallım boynu bükük evine döner ne yapsın! Belanı arıyorsun (Tam bu noktada Dracula karakteri ile adeta özdeşleşen Bela Lugosi’ye saygılarımı sunuyorum),
çünkü o kötünün gizemi, çekiciliği tatlı-ekşi-acı üçü bir arada bir sosu ayrı bir tat bırakıyor ağzında. Başta arzu nesnen değilse bile bir anda arzu nesnen oluveriyor.

Gazetecilikte seri katillerle, teröristlerle yapılan röportajlar daha bir kıymetlidir, farklıdır diğerlerinden. Çünkü onlar herkese konuşmazlar. Hayatımın son röportajını kötü bir vampirle yapmışım ben de. Kariyeri tepede bırakmak bu olsa gerek. Şimdi benim kötü vampir beni bir daha görmeyecek de olsa filmdeki gibi bana bir seçenek sundu aslında, ruhumu öldürüp bir vampire dönüşme sansı verdi. Kalp atışlarımı sayarken ben, hayata tutunmaya çalışırken, kafamın içinde şu sözler dönüyor, ‘Naifliği ve iyiliği bir tarafa bırak, gel sen de benim gibi kötü bir vampir ol, hala şansın varken...’
Kalp atışlarım gittikçe yavaşlıyor, ölüyorum, başka çarem kalmadı sanırım artık, teklifi kabul ediyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder